25 Kasım 2015 Çarşamba

ÖĞRETMENİM / ANI / SEMAHAT ÜNAL



           Taş bir binanın köşesinde bir kız çocuğu,  duvarın köşesine iyice sinmiş öylesine ki sadece gözleri hareket ediyordu. İki tarafa koşuşturan jandarmaların hızında koşuşturuyordu gözleri. Şubenin bahçesine girip çıkan araçların hızında… Pencerelerden bir görünüp bir kaybolan yeşil üniformaların hızında… Hiç bir ayrıntıyı kaçırmamalıydı küçük kızın gözleri, yorulmamalıydı
        Bir araç, şubenin kapısına yaklaştı, kapısı açıldı. Açık kapısı bekliyordu araç. Kızın gözleri de yavaşça arabaya takıldı, bekledi bekledi... Şubenin merdivenlerinde bir hareketlilik, şubenin duvarında sinmiş kızın gözleri de hareketlendi. Kaçırmamalıydı hiç bir ayrıntıyı. Yeşil üniformalı kalabalığın arasında iki adam…
       Daha bir kaç saat önce, ilçede bulunan iki ortaokul öğrencileri arasında yapılacak olan bilgi yarışmasına hazırlık çalışması, iki edebiyat öğretmenimizin rehberliğinde devam ediyordu. Kitapların arasında adeta kaybolmuştuk hepimiz. Öğretmenlerimiz, sürekli kaynak kitaplardan önemli olan bölümleri özetleyerek not aldırıp ödevlendiriyorlardı bizleri.
          Kitap sayfalarının, parmaklarımızın küçük itelemeleriyle oynaşırken çıkardığı ritmik hışırtı kapının sertçe çalınmasıyla. parmaklarımız dondu kitabın sayfalarının arasında.. Gözlerimiz satır aralarında kaydı kapıya:
-Bizimle şubeye kadar gelmeniz gerekiyor.
      Öğretmenlerimiz bizleri kaygılandırmamak için olsa gerek, sessizce riayet ettiler. Farkında idik nereye gittiklerinin… O yıllarda, bizim gibi birçok çocuk,  yetişkinlerin yitip gidişinin izlerini taşır gözlerinde…  
        Şubenin merdivenlerinde indiler iki adam ve yeşil üniformalı kalabalık. Şubenin köşesinde gizlice seyreden kızın gözleri iki adama takıldı.  Aslında başka adamlar da vardı yeşil üniformalı kalabalığın arasında, ama kızın gözleri iki adamın gözlerine takılmıştı. İki adam, bir kaç saat önce öğrencileriyle kitapların arasında kaybolan iki adam, iki öğretmen. Aracın kapıları kapandı, Şubenin kapısından çıkan araç, hızla kayboldu kızın gözlerinden, Koş dedi gözlerine kız, yetiş! Yetişemedi kızın gözleri. Yeşil üniformalı kalabalığın arasında iki adam…
Işıklar içinde uyusun öğretmenim Musa GÜÇLÜ, 12 Eylülün armağanı öğretmenler gününde (!)… Yine de her şey gönlünüzce olsun Ali ŞAHİN öğretmenim. TÜM ÖĞRETMENLERİMİ SAYGIYLA SELAMLIYORUM…

3 Nisan 2009 Cuma

Uzaktan Sevmek / Öykü / Gülseren Engin

Mahallenin bütün kedi ve köpeklerini beslemek onun görevi sanki. Her sabah erkenden kalkar, sokak kapısını aralayıp bakar. Evet, işte hepsi orada... Sokağın Arnavut taşları üzerinde bekleşip duruyorlar. Her yemek zamanı olduğu gibi... Mahallenin bütün kedileri, köpekleri... İşte eşiğin hemen dibinde Topal Tekir... Yemyeşil gözlerini kapıya dikmiş bekliyor. Az ilerisinde Güdük Kuyruk Bobi... İri, hantal bir sokak köpeği... Kuyruğunu bir yerlerde kaptırdıktan sonra bu adı aldı. Yanı başında Sarı Kız... Sapsarı tüylü dişi kedi... Yeni yavruladı. Memeleri sütten iri ve sarkık... Yavrularını kim bilir hangi merdiven altına sakladı?..Yanında Şaşı...Gri, siyah alaca tüylü, şaşı gözlü bir sokak kedisi... Kaldırım taşının üzerinde sanki bu gruptan ayrıymış, sanki aç değilmiş de geçerken uğramış gibi kayıtsız duran Boncuk... Kıvırcık hardal rengi tüyleri olan, iri siyah boncuk gözlü Terrier... Cins bir köpek...Kim bilir hangi çocuk,ya da büyük, hevesi geçince atıvermiş sokağa... Yiyecek kavgalarına alışık değil. Bu yüzden önüne konursa sanki hatır için yiyor, yoksa yutkuna yutkuna bakıyor uzaktan.
Hepsini tanıyor Saniye Hanım...İsimlerini de o taktı zaten. Hemen hepsi, elinde büyüdü sayılır. Hepsini de ayrı ayrı seviyor ;ama ille de Zilli... Kar gibi beyaz tüylü, mavi gözlü Ankara kedisi... O da nereden gelmişse bu sokağa... Sahibi mi atmış yoksa evden mi kaçmış; bilinmiyor. Öyle asil bir havası var ki bayılıyor ona.
Hayvanları sever;ama eve almaz Saniye hanım.Çok titizdir. Evin içi tertemiz olmalı. Tahtalar ovulmaktan gıcırdamalı... Muşambalar parlamalı...Sık sık cilalanan mobilyaların üzerinde sadece kolalı dantel örtüler bulunmalı; toz, iz olmamalı.Öyle kedi, köpek tüyüne hele pisliğine hiç gelemez. Gözleriyle sever, okşar onları.Konuşur, besler ;ama dokunmaz.Uzaktan uzağa bir sevgidir onunki...
Her akşam kasaba uğrayıp koca bir torba dolusu kemik, fırından da bayat ekmek alır. Kemikleri kocaman bir tencerede kaynatır,suyuna bayat ekmekleri doğrar. Kemikleri köpekler için ayrı bir kaba koyar.Büyük, plastik yoğurt kaselerine doldurduğu mamaları kapı önünde bekleşen kedi ve köpeklere pay eder.Başka zaman olsa birbirlerine tıslayan, hırlayan, kavga eden ya da kovalayıp duran kedi ve köpekler bir tek Saniye Hanım’ın evi önünde barış yaparlar sanki. Uslu uslu oturup onun kapıyı açmasını, mama dolu tasları sokağa bırakmasını beklerler. Ondan sonra yine uslu uslu, dövüşüp itişmeden kafalarını mamanın içine daldırıp karınlarını doyururlar. İyice doyduklarında - zaten Saniye Hanım onların ne kadar yiyeceğini bilir, ona göre hazırlar mamalarını- yalanıp temizlenerek birer ikişer sokağın iki ucundan mahalleye dağılırlar.
Saniye Hanım, onlar gittikten sonra sokağa çıkıp kapı önüne bıraktığı tasları alıp içeri girer.Onları yıkayıp pakladıktan sonra o günkü en önemli işi yapıp bitirmenin keyfiyle kendine bir kahve pişirir ve sokağa bakan pencerenin önündeki sedire kurulup höpürdete höpürdete kahvesini içer.
Saniye Hanım’ın evi İstanbul’un Arnavut taşları döşeli, dar sokaklardan birindedir. Çift kanatlı, yeşil boyalı giriş kapısı doğrudan sokağa açılır.Hacı babaannesinden kalmadır bu renk; ama şimdilerde pek çok yerde dökülmüş, altından tahtası ortaya çıkmıştır.Ahşap evin boyası da çoktan dökülmüş, tahtaların rengi kararmıştır; ama yine de bu eski evi çok sever Saniye Hanım. Burada doğmuş, burada büyümüş, yaşlanmıştır. Bütün anılarında bu ev vardır. Bir de halasının Heybeliada’daki evi...
O sabah, kahvesini içerken nereden aklına takıldıysa bilinmez yine Heybeliada’da geçirdikleri yazlar düşüyor Saniye Hanım’ın aklına... Liseyi bitirdiği yıl... Genç ve güzel bir kız... Geleceğe umutla bakan, yaşama coşkuyla sarılan neşe dolu, cıvıl cıvıl bir kız... Belki çok güzel sayılmaz... Sokakta giderken delikanlılar dönüp dönüp de bakmıyorlar, ardına takılıp eve kadar izlemiyorlar, yazlık sinemalarda yakınına oturmak için çırpınmıyorlar; ama yine de duru beyaz tenli, koyu kestane saçlı, düzgün hatlı, incecik bir kız. Çevresinin beğenisini güzelliğiyle değil, neşesi, tatlı dili ve zekasıyla kazanan kızlardan. Bunun için de onu biraz yakından tanımak gerek. Onu keşfetmek için zaman harcamak, emek vermek gerek. Sabretmek...
Seyfi, böyle sabırlı biri değil. Halasının oğlu Müfit’in yakın arkadaşı... Bahriye mektebinde birlikte okumuşlar...Şimdi de aynı gemide görevliler. Hafta sonlarında, tatillerde hep Müfitlerin evinde kalıyor Seyfi. Memleketi uzak... Ailesi, Artvin’de oturuyor. Müfit’in ailesi ise onu da kendi oğulları gibi bağırlarına basmışlar. Saniye ile annesi, yazları Hala’nın Heybeliada’daki dededen kalma büyük evinde geçiriyorlar. Bu yüzden sık sık görüyor Seyfi’yi...
O yaz izninde Seyfi, köyüne gitmemiş. O da aynı evde... Saniye, yıllar önce,daha ilk görüşte vurulmuş Seyfi’ye; ama belli etmiyor.Seyfi ise onun farkında bile değil.Gözü yazlıkçı kızlarda... Müfit’le denize gidiyorlar her gün. Gün boyu ya plajdalar ya da ufak bir yelkenli ile denize açılıyorlar. İkisi de gösterişli, yakışıklı delikanlılar... Kızlar bayılıyor onlara. Kumsala geldiklerinde hemen etrafını sarıyorlar. Hepsi de birbirinden güzel... Delikanlılar akşam yemeği için eve geldiklerinde gülüşerek gündüz tavladıkları kızlardan söz ediyorlar. Tabii enişte sofradan kalktıktan sonra... Enişte, yemeğini yer yemez salona geçer, kahvesini orada, radyodan ajansı dinlerken içer. Koyu bir Demokrat Partilidir. Ajans bittikten sonra da kahvede alır soluğu... İskelenin karşısındaki kahvede... Gece geç vakitlere dek orada arkadaşlarıyla tavla oynar, politikadan konuşurlar... İşte onun evde olmadığı zamanlar delikanlılar sigara paketlerini ortaya çıkarırlar- halası onların sigara içmesine izin verir-, Saniye’nin pişirdiği kahveleri içerken kızlardan söz ederler. Gün boyu peşlerini bırakmayan yapışkan kızlardan... Ses tonları ve sözcükleri belirgin bir aşağılama içerir. Bu tarz konuşma hem ürkütür genç Saniye’yi, hem içini acıtır, hem de belli belirsiz bir şekilde mutlu eder. Karmakarışık duygulardır bunlar; tanımlayamaz. Ürkütür; çünkü eğer bir erkeğe duygularını belli ederse böyle aşağılanacağını düşünür Saniye... İçini acıtır; çünkü tanımadığı kızlar bile olsa bir genç kızın böyle aşağılanmasına dayanamaz. Öte yandan karşı koyamadığı bir mutluluk duyar; çünkü o kızların hiçbirine aşık değildir Seyfi... O halde... O halde hâlâ bir umut vardır. Bu düşünce aklına geldiğinde hemen kovalar Saniye... Seyfi, öylesine yakışıklı, öylesine akıllı ve çekici bir erkektir ki kendini ona layık göremez bir türlü... Zaten Seyfi’ de ona evin küçük kızı gibi davranmakta, hiç yüz vermemektedir.
Seyfi, sabırsız biri... Bir genç kızı tanımak için uzun zaman ayırmak, emek vermek ona göre değil. Üstelik dış görünüş her şeyden daha önemli Seyfi için. İri göğüsler,uzun bacaklar, lepiska saçlar onun dikkatini çekmek için yeterli. Akıl, bir kadında aradığı en son şey... Bu yüzden gözü hep güzel ve alımlı kızlarda... Hemen her gece bu kızlardan birini alıp Çamlık’a çıkıyor... Müfit’le konuşurken söyledikleri gibi “Mehtaba çıkıyorlar”... Bu sözü birlikte söyler, birlikte gülüşürler hep. Ardından “Biz Heybelide her gece mehtaba çıkardık...” diye şarkıya başlarlar.
Saniye ise mehtaba çıkmanın romantik bir şey olduğunu düşünüyor. Her gece Müfit’le Seyfi kızları alıp Çamlık’a, “mehtaba çıktıklarında” o da halası ve annesi ile - babası o küçükken ölmüş - iskeledeki çay bahçelerinden birine iniyor, geç vakte dek orada, annesiyle halasının komşu masalardaki komşu kadınlarla yaptıkları dedikoduları dinliyormuş gibi oturup nakış işliyor. Çeyizinin eksik parçalarını tamamlıyor Saniye... Lise de bittiğine göre sıra evliliğe geldi... Öyle diyor annesi... Kapılarından görücü eksik olmuyor; ama Saniye evlenmek istemiyor. Her gelene bir kulp bulup geri çeviriyor teklifleri. Onun gözü Seyfi’de; ama...
Liseyi bitirdiği yaz... Seyfi, ilk kez Saniye’nin varlığını keşfediyor... İlk kez alıcı gözüyle bakıyor ona. İlk kez masada gözleri buluşuyor... Müfit’e sezdirmeden kapı aralığında yakalıyor Saniye’yi ve başını döndüren güzel sözler söylüyor. İlk kez elini tutuyor, Çamlık’a yürüyorlar birlikte. Fazla dondurma yemekten boğazı şişmiş, evde yatıyor Müfit. Saniye “Çarşıya gidiyorum” diye evden çıkmış. Seyfi’yi kumsalda diye biliyor evdekiler. Gizlice sokakta buluşup, Çamlık’ın dar ve tenha yollarına atıyorlar kendilerini. Fıstık çamlarının gölgeleri öğleden sonranın kavurucu sıcağını azaltıyor. Diken yapraklı dalların arasından süzülüp akan gün ışığı yakmıyor, okşuyor sanki. Kuytu bir köşede dudaklarından usulca öpüyor Seyfi. Yüreği bir güvercin gibi kanat çırpıyor Saniye’nin... Çok; ama çok mutlu.
Parmaklarını dudaklarına götürüp usulca okşuyor Saniye hanım. Ne zaman o öpüşü düşünse hep böyle yapar, Seyfi’nin dudaklarının sıcaklığını yeniden duyumsar.
Kahvesinden son bir yudum alıp, her kahve içişinde yaptığı gibi yine fal kapatıyor. Kahve falından anlamaz; ama her içişinde kapatmadan da edemez.Fincan soğuduğunda ise usulca kaldırıp tabağa akan, fincanın içinde şekillenen, yarı kurumuş kahve telvesine uzun uzun bakarak bir şeylere benzetmeye çalışır hep. Her seferinde de gördüklerinden hiç bir şey anlamaz, içini çekerek gidip fincanı yıkar. Bu kez de öyle yapacağı belli; ama yine de kapatıyor işte.
Pencerenin önünden kalkıp günlük işlere başlama zamanı geldi; ama bu gün hiç iş yapası yok. Ne zaman Seyfi’yi düşünse - ki sık sık düşünür zaten- hep böyle olur. Eli ayağı kesilir, bir kenara çekilip anılara dalar... Yine dalıp gitti işte...
Bütün yaz gizli gizli buluşuyor, öpüşüp koklaşıyorlar. Evlenecekler... Öyle diyor Seyfi... Sonbaharda anasını getirecek köyden ve isteyecek Saniye’yi... Kendi başına istemek olmaz. Hem anasına ayıp hem Saniyenin annesine... Her şey yolu yordamıyla olmalı...
Seyfi’nin anası hiçbir zaman görücü gelmiyor. Aylar sonra halasından Seyfi’nin köyden bir akraba kızıyla evlendiğini öğreniyor.
Saniye hanım kahve fincanını kaldırıp içine bakıyor. Fincanın dibi kapkara... “İçim sıkılmış” diye mırıldanıyor. Tam da o anda gerçekten içinin sıkıldığını hissediyor. Seyfi’yi düşündüğü için mi? Bilemiyor. Oysa o acıyı atlattı... Yıllar geçti üzerinden. Seyfi’den umudu kesince bir işe girdi Saniye... Bir devlet dairesinde memuriyet... Yıllarca çalıştı, anasına baktı..Yeniden aşık olmayı, evlenmeyi istemedi. Anası ölünce bu eski evde bir başına kaldı. Anılarıyla birlikte...Çalışırken kolaydı; ama emekli olunca daha da derinden hissetti yalnızlığını.Uzun çalışma hayatı nedeniyle komşuluk yapmayı da beceremedi hiç. Kapısını çalan olmaz pek...Mahallenin kedi ve köpekleri dışında...
O sırada kapıdaki sesi işitiyor. Tırmalama sesini... Gidip kapıyı açıyor. Boncuk bu... İri kara gözlerini gözlerine dikmiş,yalvarır gibi bakıyor. Belli ki yine mama tasına sokulup karnını doyuramamış. Eğilip köpeğin boncuk gözlerine dikiyor gözlerini.
“Yine mi aç kaldın? Dur bakalım içerde sana göre bir şeyler bulurum belki...” diyor.
Mutfağa gidip tencerenin dibinde kalanları bir yoğurt kasesine boşaltarak getiriyor. Boncuk, sevinçle mırıldanıyor; sonra tasın içine daldırıyor kafasını... Bütün sıkıntısı dağılıyor Saniye hanımın.

http://www.gulserenengin.com/

_____________________________________________________


Gülseren Engin

Tıp Özgeçmişi:

DR. GÜLSEREN ÜNSÜN (ENGİN) 1946 yılında İstanbul’da doğdu. Hacettepe Tıp Fakültesi ve Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde okuyup 1971 yılında hekim oldu. Trabzon ve Güdül/Ankara da hükümet doktoru olarak çalıştıktan sonra 1974 yılında Hacettepe Tıp Fakültesi Patoloji bölümüne asistan olarak girdi.1978 de Patoloji uzmanı oldu.Adana/ Çukurova Tıp Fakültesi,İzmir/Göğüs Hastalıkları hastanesi ve SSK Tepecik Hastanesi’nde başasistan olarak görev yaptıktan sonra 1984 yılında sınav kazanarak İstanbul/ Şişli Etfal Hastanesi’nde Patoloji Şef yardımcısı,1985 yılında yine sınav kazanarak İstanbul/ SSK Okmeydanı Hastanesi’nde Patoloji Şefi oldu. 1988 yılında Almanya’da Heidelberg Krebs Informationsdienst’te çalıştı.1989-90 arası Hamburg’ta Uni-Klinik Eppendorf’ta Oral Patoloji bölümünde kanser üzerine çeşitli araştırmalar yaptı.1990-91 arası İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü’nde,1992-94 arası İstanbul Üniversitesi Bizim Lösemili Çocuklar Vakfı’nda görev yaptı.1994 de Taksim Hastanesi Patoloji şefi oldu.1995-98 arası Türkiye’de ilk kez KANSER BİLGİ DANIŞMA MERKEZİ’ni kurdu ve yönetti. 1999 da emekli oldu ama sağlık konusunda kitaplar yazmayı sürdürdü.

Kitapları:

Kadını Tanımak 1996, İnkılap Kitabevi Yayınları
Şeker Hastaları (Diabet) için Yemek Kitabı 1998-2005, İnkılap Kitabevi Yayınları
Zayıflamak İsteyenler için Yemek Kitabı 2000-2006, İnkılap Kitabevi Yayınları
Kanser ve Beslenme2003-2005, İnkılap Kitabevi Yayınları

Edebiyat Özgeçmişi:

İlk öyküsü 1965 yılında yayımlanan Gülseren Engin’in roman ve öykü kitapları dışında, tiyatro oyunları, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış pek çok anı, gezi notları, makale, deneme ve şiirleri vardır.

Ödülleri:

1993 Ömer Seyfettin Öykü ikincilik ödülü
1994 Ömer Seyfettin Öykü özel ödülü
1998 Yunus Nadi Öykü Ödülü
2001 Orhan Kemal Öykü Birincilik Ödülü

Kitapları:

1989 YORGUN KONAK (Öykü), Ekol Yayıncılık
1992 SEVGİNİN MASALI (Masal), Demet Yayıncılık
1994 KAÇIŞ DÜŞLERİ (Öykü), Demet Yayıncılık
2000 KAÇIŞ DÜŞLERİ (2. Baskı), Gerçek Sanat Yay.
2000 GEZİ İZLERİ (Gezi- Anı ), Gerçek Sanat Yay.
2001 CEHENNEMDE BİR ADA (Roman) (1-2. Baskı), Remzi Kitabevi
2006 CEHENNEMDE BİR ADA (Roman) (3. baskı), Remzi Kitabevi
2002 GEÇ KALAN ÖYKÜLER (Öykü), Remzi Kitabevi
2003 KURUTULMUŞ ÇİÇEK BAHÇESİ (Öykü), Remzi Kitabevi
2004 YORGUN VE YARALI (Roman) (1-2. Baskı), Remzi Kitabevi

Resim Özgeçmişi:
Gülseren Engin resim eğitimini Adnan Turani, Mehmet Güleryüz, Yusuf Taktak , Hüseyin Parıltan ve Mustafa Hazar gibi değerli hocaların atölyelerinde aldı. Yağlıboya ve suluboya çalışan sanatçı günümüze dek resimde çeşitli arayışlar içinde değişik türde çalışmalar verdi. Doğa ve insan ilişkisi kadar insanlar arası iletişim bozuklukları ya da insanın yaşama direnişi gibi bireysel konular yanı sıra kadına yönelik şiddet,töre cinayetleri, savaşlar ve göçler gibi ulusal ve evrensel konuları işleyen sanatçının eserlerinde zengin renk anlayışı göze çarpmaktadır.

KATILDIĞI KARMA SERGİLER

1978 Karma Resim Sergisi Devlet Güzel Sanatlar Galerisi ANKARA

1980 Karma Resim Sergisi Devlet Güzel Sanatlar Galerisi ANKARA

1985 Karma Resim Sergisi BİLSAK İSTANBUL
1994 Karma Resim Sergisi Sandoz Sanat Galerisi İSTANBUL
1997 Karma Resim Sergisi Basın Müzesi İSTANBUL
1998 Karma Resim Sergisi Basın Müzesi İSTANBUL
1998 Karma Resim Sergisi Uludağ Üniversitesi BUTTİM/ BURSA
1999 Karma Resim Sergisi Basın Müzesi İSTANBUL
2003 Uluslararası Karma R.S. Göynük İlköğretim Okulu Kemer/ANTALYA
2005 Uluslararası Karma R.S Çekirdek Sanat Atölyesi İSTANBUL

KİŞİSEL SERGİLER

1994 Kişisel Resim Sergisi/ The Marmara Sergi Salonu/ İSTANBUL
1995 Kişisel Resim Sergisi/ Varol sanat Galerisi/ İSTANBUL
1996 Kişisel Resim Sergisi/ Basın Müzesi/ İSTANBUL
1998 Kişisel Resim Sergisi/ Basın Müzesi/ İSTANBUL
2005 Kişisel Resim Sergisi/ Atatürk Kültür Mer./ Narlıdere/ İZMİR


www.gulserenengin.com
gulseren_engin@yahoo.com

http://www.dergi.havuz.de/001-OCAK-SUBAT-2009/



Öz Yapım oHG & H@vuz Yayınları

İÇİNDEKİLER İhsan Arı Fatma Yurdugül

Adnan Turani
Yvonne Georgi
H. İbrahim Özcan

Gülbahar Kültür

Kemal Gündüzalp
Nazlı Eray
Turan Koç
Jane Kirimize
Yeni Çıkan Kitaplarımız Elmira Acıkanoava Hasan Hüseyin Deveci


Sık kullanılanlara ekle! Adnan Özyalçıner
Burhan Günel
Özcan Karabulut
Nida Öz

Topaç / Öykü /Mehmet Zaman Saçlıoğlu

Mehmet Zaman Saçlıoğlu Topaç
Mehmet Zaman Saçlıoğlu
Başak’a
Kia o gün mağaraya alınmayınca, yaşamının artık eskisi gibi olmayacağını sezinlemişti.
Çocuklar, her sabah olduğu gibi o sabah da köyün meydanında toplanmışlar, mağaraya doğru yola çıkmışlardı. Yaşlı defne ormanı onları yine güzel kokular, yaprak hışırtıları ve yeşil ışık oyunlarıyla karşılamıştı. Ormandaki sincaplara, tavşanlara, kuşlara, annelerine fark ettirmeden ceplerine koydukları ekmek parçalarını atmışlardı. Bir ağaç, hiç kimsenin anımsayamayacağı kadar eski olan ve o köyün insanları dışında kimsenin bilmediği orman yolunun girişini, neşe içinde, zıplayıp oynayarak ilerleyen çocukların arkasından birkaç dal sarkıtarak görünmez hale getirmişti.
Kia, yolda bir ara durmuş, başını kaldırmış, bir köpek gibi havayı koklamaya başlamıştı. O güne değin hiç duymadığı bir koku alıyor; kokunun nereden geldiğini anlamak için başını bir o yana bir bu yana çeviriyordu. Arkadaşları, onun geride kaldığını fark ettiklerinde koşup yanına gelmişlerdi. Kia, bu kokunun ne olduğunu sormuştu; arkadaşları bir koku duymadıklarını söylemişler, tekrar yürümeye başlamışlardı.
- Bir ağaç ya da bitki kokusuna benzemiyor, demişti Kia yürürken; havanın kokusu değişti sanki. Havanın kokusunda bugüne dek duymadığım bir şey var, çok garip bir şey, sürekli alıyorum bu kokuyu.
Arkadaşları gülmüşlerdi.
- Aman Kia, demişti biri; her gün aynı havayı soluyoruz, ne değişecek ki! Hem havanın koktuğunu da ilk kez senden duyuyorum.
- Hava kokar mı hiç, diyerek terslemişti bir başka arkadaşı Kia’yı. Hava kokusuzdur; o kokuları taşır yalnızca; ama kendisi kokmaz. Bak şimdi çürümüş yosun kokuyor. Şuradaki sudan geliyor koku.
Kia ısrarla:
-Havanın kokusu diyorum size, ister inanın, ister inanmayın; öylesine farklı ki bu; hem öyle kekik gibi, defne gibi havanın üstünde durmuyor, bu koku havanın içinde sanki, demişti.
Arkadaşları bir yandan yürürken bir yandan da Kia’yla şakalaşıyorlardı. Bir tekerleme bulmuşlar, adımlarını da bu tekerlemeye uydurmuşlardı.
-Kia havanın altında, biz üstünde; Kia havanın içinde, biz dışında.
Şakalaşma mağaraya kadar devam etmişti.
Mağara, defne ormanının ortasındaki kayalık bölgedeydi. Kapısında iri, siyah bir köpek beklerdi. Köyün en yaşlısı bile, bu köpeğin kaç yaşında olduğunu bilmezdi. Köyün yaşlıları, kendi dedelerinden, onların çocukluğunda da, aynı köpeğin mağarayı beklediğini duyduklarını söylerlerdi. Gece gündüz mağaranın kapısından ayrılmayan bu köpeğin ne su içtiği ne de yemek yediği görülmüştü. Herkesin ‘Bekçi’ dediği bu köpeğe kimse bir ad yakıştırmaya cesaret edemezdi.
Bekçi, mağaraya yalnızca çocukları alırdı. Her çocuk, biraz büyüyüp dört, beş yaşına geldiğinde, köyün meydanında sabahları toplanan öbür çocuklara katılır, onların elinden tutup mağaraya gitmeye başlardı; ta ki köpeğin kendisini içeri almayacağı güne kadar.
Büyükler, akşamları mağaradan dönen çocukları soru yağmuruna tutarlardı; ama çocuklar mağaradan ve orada yaptıklarından söz etmeyi istemezlerdi.
- Sanki bilmiyor muşsunuz gibi soruyorsunuz ne yaptığımızı; sanki siz hiç çocuk olmadınız, hiç topaç çevirmediniz hayatınızda, diye terslenirlerdi.
Yine de ana babalar, çocuklarının ne yaptıklarını öğrenmekten çok, bir zamanlar kendi yaşadıkları mutluluğun çocuklarınca da tadıldığından emin olmak, bu duyguyla mutlu olmak için sorarlardı; özellikle de ilk günlerde.
- Nasıldı Topaç, yine ışık saçıyor muydu?
- Sana da çevirtti mi arkadaşların?
- İlk vuruşta ışık çıkartabildin mi?
- Kaç sıra yaptınız çevresinde?
- En çok ışığı kim çıkartıyordu?
‚ocuklarsa, çoğu zaman bu soruları bile duyamadıkları bir düş dünyasında, dalgın bakışlarla yemeklerini yerler, bir an önce yataklarına girer, bu büyülü oyunu ertesi gün oynarken neler olacağını düşleyerek uykuya dalarlardı.
O gün yaptıklarını düşlerinde bir kez daha görürlerdi. Üki insan boyundaki topacın yavaş dönüşü onlar vurdukça hızlanır, topaç hızlandıkça ışıklanır, saydamlaşmaya ve içindeki ölü kırmızı ışığı göstermeye başlardı. Kırmızı ışık, topacın hızlanmasıyla parlaklık kazanır, sonra küçük sıçramalarla büyüyerek dış yüzeye doğru genişler, genişledikçe rengi turuncuya, sarıya, sarıyeşile, açık maviye en sonunda da beyaza dönerdi. ‚ocuklar, topacı döndürmek için yanlarında getirdikleri kırnapları ikiye katlar, topaca olanca güçleriyle şaklatırlardı. Topaç beyaza kestiğinde tümüyle ışık olurdu. İşte asıl oyun o zaman başlardı. Her çocuk orada kendi gücünü gösterirdi. Her vuruşta bu delicesine dönen beyaz topaçtan ışıklar kırnaba atlar, vuruşun gücüne göre kırnapta sıçramalarla ilerler, çocukların ellerine kadar ulaşırdı. Topacın dönerken çıkardığı rüzgâr mağaranın kapısından dışarı eser, köpeğin tüylerini yalayarak uzaklarda kaybolurdu.
Çocuklar biraz büyüyünce, ışıkları ellerinden kollarına, oradan vücutlarına ilerletecek kadar güçlü vurabilirlerdi topaca. Bu bir yarışma gibiydi. Vücutlarına atlayan ışıklar ilerledikçe soğur; çocukların yüzlerinde, göğüslerinde, maviler, yeşiller harelenir, kıvılcımlanırdı. Işıkları vücudunda epeyce ilerleten çocuklardan biri kısa bir süre sonra mağaraya alınmazdı. Bekçi önüne dikilir, dişlerini gösterir, hırlardı. ‚ocuğun ışık yürütmedeki başarısı, ötekiler arasında bir süre konuşulur, sonra yeni başarılar geldikçe unutulurdu.
Kia da son günlerde ışıkları vücudunda yürütme işini epeyce ilerletmişti. Bir gün önce topaca öyle vurmuştu ki, ışıklar neredeyse tüm vücudunu sarmıştı. Topacın üzerinden kırnaba sıçrayan bir şimşek, bir an kırnabı topaca yapıştırmış, sonra hızla Kia’nın koluna, oradan vücuduna atlayarak, yüzünü, göğsünü, karnını rengârenk ışıklar içinde bırakmış, hayranlıkla bakan öteki çocukların gözlerinin önünde Kia’nın kasıklarına kadar ulaşarak bacaklarının arasında mavi ışıklar çaktırmıştı. …teki çocuklar da aynı şeyi yapmak için tüm güçleriyle topaca vurmuşlar, ama ışıkları göğüslerine kadar ancak getirebilmişlerdi.
‚ocukların, Kia için uydurdukları tekerlemeyle oynaya zıplaya mağaranın kapısına geldikleri o sabah, yerinde sessiz uzanmış gelenlere bakan kara köpek birden ayağa kalkmış, Kia’nın önüne dikilmiş, onu dikkatle kokladıktan sonra hırlamaya başlamıştı. Bu, büyük çocukların daha önce de birkaç kez gördükleri gibi, Kia’nın da artık mağaraya alınmayacağını gösteriyordu.
Kia, köpeğin yanından geçip mağaraya girmeye kalkışınca iri dişlerle karşılaşmış, korkmuştu.
-Benim Bekçi, ben Kia, beni tanımadın mı? diye kekelemişti. Köpek, hırlayarak yanıtlamış ve Kia’ya, içeri girmekte ısrar ederse iyi olmayacağını anlatmıştı. ‚ocuk, birkaç adım geri çekilince köpek hırlamasını kesmişti. Arkadaşları Kia’ya biraz da şaşkınlıkla bakmışlar;
-Kia büyümüş dün gece, demişlerdi birbirlerine.
Kia, umutsuzca yalvarıyordu köpeğe:
-Ne olur bekçi, bir kez daha, son bir kez daha vurayım topaca. Hem, beni bugün almayacağını dün söyleseydin, doya doya vurur, seyrederdim onu. Daha deneyeceğim vuruşlar vardı; dün gece hep düşündüm nasıl vurmam gerektiğini. Bugün beni son bir kez içeri al yalvarırım sana. Öyle bir vuracağım ki, ayak parmaklarıma kadar ışık olacağım, diyordu gözyaşları arasında.
Köpek yalnızca dimdik duruyor, Kia bir adım bile ilerlese hırlayıp dişlerini gösteriyordu. Bütün bu yalvarmaların hiç bir işe yaramayacağını biliyordu Kia. Daha geçen ay, aynı şey arkadaşı Maru’nun da başına gelmişti. Maru, Bekçi’nin önünde yaşlı gözlerle kalakalmış, arkadaşları biraz üzgün, onu yalnız bırakarak içeri girmişlerdi.
Arkadaşları girerken Kia, onlara seslendi:
-Akşam çıkınca köy meydanında buluşuruz, gelin de orada konuşalım, oynayalım.
‚ocuklar başlarını sallayarak mağaranın içinde gözden kaybolmuşlardı.
Kia, bir gecede nasıl büyümüş olabileceğine akıl erdirememişti. Köye doğru yürürken ağlıyor, yerdeki taşlara tekmeler atıyordu. Vurduğu taşlardan biri, kendisine doğru yaklaşmakta olan Köyün yaşlılarından Naku’nun sandaletli ayaklarının dibinde durdu. Naku’yu görünce, Kia’nın, ağlaması daha da arttı. Naku, bastonuna dayanarak, ağır ağır Kia’nın yanına yaklaştı; çenesini tuttu, yukarı kaldırdı, saçlarını okşadı:
-Ne o Kia, dedi, neden mağarada değilsin sen, hasta mısın yoksa?
Burnunu çekerek yanıtladı Kia:
-Bekçi içeri almadı beni…
Naku, yaşlı bir ağacın, toprağın üstüne çıkmış ve dönerek bir yılan gibi tekrar toprağa girmiş kalın köküne oturdu inleyerek. Her yanının ağrıdığı belli oluyordu. Oturduğu yerin hemen yanına eliyle birkaç kez hafif hafif vurarak çocuğu çağırdı. Kia da, başı öne eğik, gelip yaşlı adamın yanına oturdu, başını ona yasladı. Naku:
-Demek büyüdün evlat, dedi gülümseyerek ve şefkatle; sesinde yalnızca yaşlılıkta edinilen bir titreşim vardı.
-Hayır, diye atıldı Kia, büyümedim, insan bir gecede nasıl büyür, benim de anlayamadığım bu. Dün nasılsam bugün de öyleyim.
-Öyle gelir insana yavrum, dedi yaşlı Naku, kimse çocukluktan büyüklüğe geçtiği geceyi bilmez; ama bunu bekçi hemen anlar. İnsan kendini hâlâ çocuk sanır ama Bekçi yanılmaz.
Yanda uzanan defne dalından bir yaprak kopardı Kia, sapını ağzına götürürken;
-Ama Naku, dedi, ben kendimi biliyorum. Bende bir değişiklik olmadı, daha ne sakalım çıktı, ne bıyığım; bak, yüzüme bak!
Naku, Kia’nın yanaklarına baktı, okşadı, sonra gözlerini aşağılara indirdi, Bakışları Kia’nın sallanan ayağına takıldı.
- Dur, bakayım, dedi bacağını tutarak çocuğun. Kia, bacağını sallamayı kesti, ne olduğunu anlamak için ayağına baktı.
-Ayakkabının burnu delinmiş oğlum, dedi Naku. Eve gidince babana söyle de onarsın.
-Biliyorum, dedi, omuzlarını kaldırarak Kia. Dün arkası yırtılmıştı, ben onardım. Biraz önce de burnu patladı, taşa vurunca.
-İyi ki parmağın kırılmamış, dedi yaşlı adam, nasıl, sen mi onardın ayakkabını?
-Evet ben onardım, dedi Kia.
Gülmeye başladı Naku;
-Bir de büyümedim diyorsun evlat, bak gördün mü?
-Aman Naku, ayakkabı onarmak da iş mi; sanki bilmiyorsun çocukların ne kadar çok iş yaptığını. Odunu kim taşıyor, hayvanların yiyeceğini kim veriyor, kim onları otlatmaya götürüyor?
-A benim Kia’m dedi ona sarılarak Naku, çocuklar birçok iş yaparlar; ama onların asıl işi oyundur; oyunların da en güzeli topaç çevirmektir; hele mağaradaki topacı… sonra birden sordu:
-Nasıl büyük topaç, yine öyle parlak mı? Işıkları yine şimşekleniyor mu?
-Evet Naku, diye heyecanla atıldı Kia; hem de öyle parlak ki. Dün görecektin hele. Öyle ışıklar çıkarıyordu ki vurdukça! Işıklar üzerimde nereye kadar ilerledi bil bakalım.
Naku gülümsedi;
-Tam bacaklarının arasına kadar.
-Nereden biliyorsun? diye sordu Kia, şaşkınlıkla.
Güçsüz bir kahkaha attı Naku;
-Benim de öyle olmuştu evlat, dedi, hemen herkesin öyle olur. Ben de bir gün öyle bir şaklatmıştım ki kırnabı, topacın üzerinden yıldırımlar fırlamıştı elime koluma, rengârenk yürüyüp karnımdan kasıklarıma inmişlerdi; bacaklarımın arasında ateşler yakmışlardı. Sanki bir balık çırpınmıştı oramda; sonra ertesi gün Bekçi kapıdan içeri sokmamıştı beni; ne üzülmüştüm sorma. Anımsadığım; o gün havanın bir başka koktuğuydu. O kokuyu bir süre daha duydum, sonra kayboldu. Şimdiyse ne gözüm görüyor, ne burnum koku alıyor. Kollarımda bir vuruşluk güç bile kalmadı.
Kia şaşkınlıkla dinliyordu.
-Nasıl bir kokuydu bu Naku? diye heyecanla sordu.
-Anımsayamıyorum ki, dedi yaşlı adam. Boşluğun kokusu gibi bir şeydi. Ne çiçek kokusuna benziyordu ne de hayvan, sanki hava boşalmıştı da boşluk kokuyordu.
-Tamam işte, öyle, aynı öyleydi bugün aynı kokuyu ben de duydum, dedi Kia.
-Dedem söylemişti bana, bu koku yalnızca çocukluktan çıkılırken duyulurmuş. Bu kokuyu alabilenin vücudu da bir başka kokarmış. Bekçi de buradan anlarmış o kişinin büyüdüğünü.
-Keşke dün o kadar hızlı vurmasaydım topaca, bilseydim de birkaç gün daha geciktirseydim, bekçiyi kandırsaydım, dedi Kia.
-Bekçiyi kandıramazsın, dedi Naku. O hiçbir zaman kandırılmaz; çünkü onun görevi çocukla büyüğü birbirinden ayırmak; zaten artık senin içeri girmen doğru olmaz. Büyüyü bozarsın.
-Ne olur ki mağaraya girersem?
-Neler olmaz ki! Dedim ya, oyunun büyüsü bozulur mağaraya bir büyük girerse. O zaman topaç parlaklığını yitirir, ışığı kaybolur, merkezindeki kırmızı ışık solar, sonra da söner gider.
-Bir daha çalışmaz mı?
-Çok güç, o sönerse asıl felaket başlar; topaçla birlikte Dünya da neşesini yitirir.
-Naku, Dünya’yla ne ilişkisi var bizim köyün mağarasındaki topacın?
-Topaç durursa uzaktaki büyük dağın üstündeki köyün çocuklarının binlerce yıldır uçurduğu uçurtma rüzgâr bulamayabilir; rüzgâr olmayınca denizde dalga kalmaz, deniz kıyısındaki köyde dev kağıt kayığı yüzdüren çocuklar oyunsuz kalırlar, çünkü kayık su çeker, batar. Uçurtmanın bekçisi kartal gökyüzünde, kayığın bekçisi yunus bir okyanusta kaybolur; topacın bekçisi köpek de bir daha çıkmamak üzere mağaranın derinlerine gider. Dünya da bir daha kendine gelemez. Bütün işler durur senin anlayacağın; denge bozulmaya görsün…
-Ama topaç bensiz yavaşlamaz mı? Biliyorsun dün en çok benim sayemde dönmüştü.
-Sensiz de döner evladım, dedi Naku. Hem bak, bir şey daha var. Oyunlar önce elde ya da ayakta başlar, oradan kasıklara yükselir; çoğu insan için de orada biter. Sen, oyunu kasıklardan sonra kafana yükseltebilirsen, topacın ışıklarına benzer başka ışıklar da görebilirsin. Yani, topacı yitirmekle tüm oyunları yitirmedin.
Naku, yavaş yavaş kalktı oturduğu ağaç kökünden; bastonunu eline aldı:
-Haydi evlat, dedi, ben gideyim artık, öylesine yaşlandım ki, kafamdaki oyunu da nasıl oynayacağımı şaşırıyorum; artık beni mağaradan çıkan çocukların yüzündeki mutluluktan başka sevindiren bir şey yok. Gideyim de mağaranın kapısında bekleyeyim.
Kia, Naku’ya güle güle dedi, arkasından baktı, yaşlı adamın titrek bacaklarıyla yürüyerek iyice uzaklaşmasını bekledi, ellerini cebine soktu, köyün yolunu tuttu.
mzsaclioglu@superonline.com
(Bu öykü 1998 Haldun Taner Öykü Yarışması 1.sidir.)

2009R Mehmet Eroğlu: Fay Kırığı 1

Toplumun fay hatları
RK; 27/03/2009

Mehmet Eroğlu’nun yeni romanı ‘Mehmet’, birlikte savaşmış ve birlikte öldürmüş ama dost olmamış beş adamı anlatıyor. Toplumun farklı kesimlerinden gelen beş gencin, Hakkâri’de askerlik yaptıktan on iki sene sonra yolları yeniden kesişiyor. Artık ne genç ne de askerdirler; onları bunca sene bir arada tutan da silahlar değildir. Beş adam yıllar sonra ortak menfaatleri için İstanbul’da buluşurlar

ASUMAN KAFAOĞLU


Silah arkadaşı diye bir deyim vardır. Askerlik arkadaşlığından öte, ölüm karşısında birlik duygusunu da barındırır anlamında. Birlikte savaşan insanların ortak kaderlerini simgeler. İlk anlamında öte bir dostluk görsek de, silah arkadaşlığı birlikte ölüme gitmenin verdiği yıpranmış duyguları da kapsar. Aslında bakılırsa, birlikte savaşmış olmak silah arkadaşı olmayı beraberinde getirmez. Birlikte öldürmüş olmanın ötesinde bir ortaklık duyulmadığı zamanlar vardır.
Mehmet Eroğlu’nun yeni romanı Mehmet: Fay Kırığı-1 birlikte savaşmış ve birlikte öldürmüş ama dost olmamış beş adamı anlatıyor. Toplumun farklı kesimlerinden gelen beş gencin, Hakkâri’de askerlik yaptıktan on iki sene sonra yolları yeniden kesişiyor. Artık ne genç ne de askerdirler; onları bunca sene bir arada tutan da silahlar değildir. Beş adam yıllar sonra ortak menfaatleri için İstanbul’da buluşurlar.
Roman kahramanı Mehmet, giriştiği işlerde ve kadınlarla ilişkide başarısız olmuş, hayatına yeni bir düzen vermek niyetindedir. Onu 2005 sonbaharında İstanbul’a bir iş için çağıran Cenk ise, çok varlıklı İstanbullu sanayici bir ailenin hırslı büyük oğludur. Aileden kalma itibarlı şirketi yine eski silah arkadaşlarından Kayserili Yakup’un ailesine satmak ister. Ancak, Yakup’un dinci ve muhafazakâr ailesi ile nasıl diyalog kurulacağını bilemez. Mayın tarlasında Yakup’un parçalanan bedenini kurtaran Mehmet, her iki tarafın da güvendiği biri olarak bu alışverişte rol oynamak üzere çağrılmıştır. Aile fertleri arasında çıkacak aksilikleri gidermesi için Mehmet’e göstermelik bir genel müdürlük teklif edilir. Bunun büyük bir şans olduğunu anlayan Mehmet hiç tereddüt etmeden kabul eder.
Roman, birbirlerinden çok farklı yaşam biçimi ve inançlarla yaşayan sınıfların kopukluklarını anlatıyor. Eroğlu, bir üçleme olarak planladığı romanlara Fay Kırığı Üçlemesi adını vermiş. Mehmet, bu üçlemenin ilk cildi. Yazar ‘fay kırığı’ ile toplumsal anlamda kopuklukları ve bunun tehlikelerini dile getiriyor. Yine mecazi anlamda bu toplumun büyük depreminin nedeni olarak da toplumsal kopuklukları görüyor. Müslüman ile laik, Türk ile Kürt, zengin ile yoksul, kadın ile erkek arasındaki çatlaklıklara dikkat çekiyor.

Taşra-İstanbul farklılığı
Romanın merkezinde İstanbullu ve Kayserili ailelerin farklılığı yatıyor. Mehmet bu iki ailenin temas noktasında duruyor. Aileler arasındaki farklılık da en aşikâr kadınlarda görülüyor. Bir yanda yalılarda, lüks semtlerde yaşayan, estetik ameliyatlarla gençliğini korumaya çalışan, marka düşkünü ve haz peşinde dominant kadınlar; öte yanda başları örtülü, edilgen, evden izinsiz çıkmaları yasak, erkeklerin kolayca azarladığı kadınlar var. Mehmet, iki ailenin denge noktasında durduğu gibi, iki ailenin kadınlarının da tam arasında kalıyor.
Biri taşralı diğeri İstanbullu birbirlerinden olabildiğince farklı ailenin fertleri, para söz konusu olduğunda hiç farklı davranmıyorlar. Mehmet de, paranın başrol oynadığı bir sahneye ilk kez çıkmasına rağmen, oyunun kurallarını hızla öğreniyor. İlk dersinde tehdit ve rüşvetin önemini öğreniyor: “Adama baktı. Tehdit ve rüşvet... Zenginliğin dilini öğreniyordu. Bu kez gülümsemedi. Karşısında uzlaşmayacak, gerekirse şiddet ve acımasızlıktan yana olabilecek, inancın ve açgözlülüğün melezi biri duruyordu.” Mehmet’ten taraf tutması beklendiğinde ilk başlarda bocalıyor fakat zamanla tek tutması gereken tarafın kendisi olduğunu öğreniyor. Aksi takdirde bu hırs dünyasında kolaylıkla yok olacağını anlıyor. Bir tarafın dinci, ötekinin sosyetik yüksek sınıf olması aslında para ilişkilerinde fazla fark etmiyor, olayların özü değişmiyor. Sadece aksesuarlar değişiyor. Birinin hiç boş bırakılmayan kadehi diğerinin gümüş tespihi, zengin ahlakında fazla rol oynamayan detaylar olarak görünüyor. Mehmet de zenginler sınıfına katılmaya hevesli olduğu için asıl anlaması gerekenin zengin ahlakı olduğunu görüyor.
Roman toplumun farklı sınıflarını güzel zıtlıklarla göz önüne seriyor. Romanda önemli bir karakter olarak yer almayan fakat anlamsal olarak gelecek ciltlerde yeniden bahsedileceği kuşku götürmeyen Zeynep (Rojin) karakteri, PKK için gözcülük yapmış biri. Romanın merkezine yerleştirilmiş bir karakter izlenimi veriyor. Roman kahramanının da çözülmesinde önemli rol oynuyor Zeynep karakteri. Yazar özellikle sadece toplumun zengin ve yoksul, çalışan ile patron gibi kırılmalarının ötesinde etnik çatışmalara da yer vermek istemiş. Mehmet’in birlikte olduğu kadınlarla kıyaslayınca Zeynep belki de ona en yakın olanı, ona en benzeyeni fakat karşı cins olarak görmeyeceği biri.
Mehmet, günümüz Türkiye’sinden portreler sunan bir roman. Toplumun bir kesitini anlatmak yerine, farklı kesimlerin diyaloglarını anlatıyor. Mehmet Eroğlu’nun romanlarında dikkat çeken şeylerin başında başarılı diyalog gelir her zaman. Gerçekten de Eroğlu günümüz romanında en inandırıcı diyalogları yazan yazarlardan biri. Tiyatro sahnesi gibi görselleştirdiği mekânı anlattıktan sonra bırakır karakterler kendilerini anlatsınlar. Bu sayede okur daha nesnel bir bakışa sahip olduğu izlenimi edinir. Dürüstçe kendini ifade eden karakterlerin büyük bir çoğunluğu da keskin bir hazırcevaplıkla konuşur, bu da kurgunun gerilimini artıran bir unsurdur.
Eroğlu’nun önceki romanlarında en sık eleştirilen şey iyi ile kötüyü keskin çizgilerle ayırması olurdu. Mehmet’de bu ahlaki duruşa başvurmamış yazar. Ne eski solcu dürüst sendikacı karakter ne de entelektüel akademisyen, ahlaksal doğruları temsil ediyorlar. Romanda yine de en doğru ve bilge kişi kendini içkiye vermiş, çevresi tarafından sevilen fakat kokusuna zor dayanılan bir şair. Roman kimseyi yüceltmediği için, karakterler daha inandırıcı olmuşlar.
Bir başka dikkat çeken unsur da roman karakterlerinin Şemdinli’de savaşmış olmalarına ve kahramanca hayat kurtarmalarına rağmen, bu olayların gerçekçi bir tonda anlatılıyor olması. Kahramanlıklar şövalyelik gibi sunulmuyor romanda. Aslında hayat kurtarmak her zaman bir kahramanlık da olmuyor, Mehmet bunun ezikliğini bile hissediyor zaman zaman. Bununla birlikte, romanın belki de tek zayıf noktası, roman kahramanlarının temsil ettikleri sosyal sınıfların tipik örnekleri olmaları. Kayserili dindar işadamı Abdullah Bey tam ondan beklenecek kurnazlığıyla, sosyetik orta yaşlı Kevser bencil ve kibirli duruşuyla, başörtülü Emine güçsüzlüğüyle, olmaları gereken kalıplar dışına taşmayan karakterler. Yine de büyük bir keyifle okunacak bir roman Mehmet.

MEHMET EROĞLU Fay Kırığı 1 Mehmet Eroğlu Agora Kitaplığı 2009 300 sayfa 23 TL.

2 Nisan 2009 Perşembe

KURULUŞUNUN 70.YILINDA BİR TOPLUMSAL DEĞİŞİM PROJESİ OLARAK KÖY ENSTİTÜLERİ SEMPOZYUMU

KURULUŞUNUN 70.YILINDA BİR TOPLUMSAL DEĞİŞİM PROJESİ OLARAK KÖY ENSTİTÜLERİ SEMPOZYUMU

Sempozyumun Amacı
“Kuruluşunun 70. Yılında Bir Toplumsal Değişim Projesi olarak Köy Enstitüleri Sempozyumu”nun amacı; özgün bir eğitim sistemi oluşturan Köy Enstitülerini anlamak ve eğitim yöntemlerini bilimsel bir bağlamda ele almak, yetiştirdiği aydın, sanatçı, bilim adamlarını bir araya getirerek onların birikimlerini paylaşmak, Köy Enstitülerinin gelecek kuşaklara tanıtılması ve bu çabanın sürdürülmesi için gerekli çalışmaları bilimsel bir bakış açısıyla tartışmaktır.

Düzenleme Kurulu

Düzenleme Kurulu
Prof. Dr. Bahri GÖKÇEBAY
Nihat TARAKÇI
Mehmet SAYDUR
Emin ARIK
İlknur TÜRKKAAN
Mehmet GEMALMAZOĞLU
Fikri UZUN
Mirati MADAK
Anıl ÇOKGÜRSES
Murat KILIÇ
Ulaş ÖZER
Yrd. Doç. Dr. Selda POLAT
Bilim Kurulu


Bilim Kurulu
Dr. Alper AKÇAM
Dr. Niyazi ALTUNYA
Prof. Dr. Mustafa APAYDIN
Talip APAYDIN
Hayri ASLAN
Dr. Kemal ATEŞ
Erdal ATICI
Mehmet BAŞARAN
Cengiz BEKTAŞ
Prof. Dr. Mualla BİLGİN
Cavit BİNBAŞIOĞLU
Fügen ÇETİNER
Prof. Dr. Zeki ÇUBUK
Prof. Dr. Osman DEMİRCAN
Prof. Dr. Seçkin DİNDAR
Ali DÜNDAR
Oktay EKİNCİ
Yrd. Doç. Dr. Haluk ERDEM
Öğr. Gör. Kamuran Semra EREN
Prof. Dr. İsa EŞME
Mustafa GAZALCI
Yrd. Doç. Dr. Firdevs GÜMÜŞOĞLU
Aydın ILGAZ
Prof. Dr. Cahit KAVCAR
Zekeriya KAYA
Prof. Dr. Ayfer KOCABAŞ
Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ
Mahmut MAKAL
Prof. Dr. Rıfat OKÇABOL
Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Turgut ÖZAKMAN
Turan ÖZLÜ
Varlık ÖZMENEK
Yrd. Doç. Dr. Seçkin ÖZSOY
Prof. Dr. Hasan PEKMEZCİ
Prof. Dr. Songül SALLAN GÜL
Zeki SARUHAN
Mehmet SAZAK
Prof. Dr. Sedat SEVER
Prof. Dr. Nezihe ŞENTÜRK
Dr. Engin TONGUÇ
Pakize TÜRKOĞLU
Prof. Dr. Ali UÇAN
Prof. Dr. Meral UYSAL
Öner YAĞCI
Prof. Dr. Gülen YALÇIN
Prof. Dr. Binnur YEŞİLYAPRAK
Yrd.Doç.Dr.Hüseyin YOLCU
Canan YÜCEL ERONAT
Dr. Güzel YÜCEL
Prof. Dr. Necmi YÜZBAŞIOĞLU
(Soyadı alfabetik sırası izlenmiştir)
Onur Konuğu

Onur Konuğu
Prof. Dr. Server TANİLLİ
Bildiri Konuları
• Çağdaş Eğitim Kurumları ve Köy Enstitüleri
• Köy Enstitüleri ve Eğitimde Pozitif Ayrımcılık
• Köy Enstitüleri ve Günümüzde Öğretmen Yetiştirme
• Köy Enstitülerinden Günümüze Eğitimde Demokrasi
• Köy Enstitüleri ve Karma Eğitim
• Köy Enstitüleri ve İş Eğitimi
• Eğitimde Nitelik ve Köy Enstitüleri
• Köy Enstitüleri, Sanat Eğitimi ve Yaratıcılık
• Köy Enstitüleri, Yatılı Bölge Okulları ve Taşımalı Eğitim
• Köy Enstitülerinden Günümüze Yeni Modeller
• Türkiye/de Eğitimin Güncel Sorunlarına Köy Enstitüleri Penceresinden Bakmak
• Bir Eğitim Devrimcisi Tonguç ve Köy Enstitüleri
• Aydınlanmacı Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Köy Enstitüleri
• Mustafa Necati ve Cumhuriyet Eğitim Devrimi
• Türkiye’de Meslek Liseleri ve meslek Yüksek Okullarına Köy Enstitüleri Penceresinden Bakmak
• Köy Enstitüleri ve Okuma Sevgisi-Okuma Alışkanlığı
Bildiri Yazım Kuralları
• Bilidiri yazım kuralları daha sonra duyrulacaktır.
• Bilidiri özeti alınmayacaktır.
• Katılımcıların bildirilerle birlikte bir adet vesikalık fotoğraflarını elektronik ortamda göndermeleri gerekmektedir.
Konaklama ve Ulaşım
Bildiri sahiplerinin yol giderleri kendilerine ait olup, konaklama ve yemek giderleri Sempozyum Düzenleme Kurulu’nca karşılanacaktır.
Önemli Tarihler
Sempozyuma Katılım İçin Son Başvuru Tarihi : 15 Mayıs 2009
Bildirileri Son Gönderme Tarihi : 09 Ekim 2009
Sempozyum Başlangıç Tarihi : 15 Nisan 2010
Sempozyum Bitiş Tarihi : 17 Nisan 2010


Adı Soyadı * Bu alanı doldurmak zorunludur.

Ünvanı

Kurum Adı

Adresi

E-posta Girilen e-posta adresi geçerli değil* Bu alanı doldurmak zorunludur.
Telefon * Bu alanı doldurmak zorunludur.

Faks

Katılım Şekli Bildirili

Bildirisiz


Bildiri Başlığı

Refakatçi Sayısı * Bu alan numerik olmalıdır

Konaklama İstiyorum

İstemiyorum

Kime

İletişim
Sekreterya
Hülya BİÇİCİOĞLU

hbicicioglu@kastamonu.edu.tr : 0 366 215 09 00 / 128
Berrin GÜRSOY

bgursoy@kastamonu.edu.tr : 0 366 215 09 05 / 145

E-posta : sempozyumke@kastamonu.edu.tr

ANADOLU

Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Anan dünkü çocuk sayılır,
Anadolu'yum ben,
Tanıyor musun ?
Utanırım,
Utanırım fukaralıktan,
Ele, güne karsı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanim kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Sairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir basıma,
Bir basıma ve uzak.
Biliyor musun ?
Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne sah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz !
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun ?
Nasıl severim bir bilsen.
Koroglu'yu,
Karayilan'i,
Meçhul Asker'i...
Sonra Pir Sultan'i ve Bedrettin'i.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kursun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun ?
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan is ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?

AHMED ARİF

TÜRKÜLER DOLUSU

Kirazın derisinin altında kiraz
Narın içinde nar
Benim yüreğimde boylu boyunca
Memleketim var
Canıma ciğerime dek işlemiş
Canıma ciğerime
Sapına kadar.
Elma dalından uzağa düşmez
Ne yana gitsem nafile.
Memleketin hali gözümden gitmez
Bin bir yerimden bağlanmışım
Bundan ötesine aklım ermez.

Yerliyim yerli olmasına
ilmik ilmik,damar damar
Yerliyim.
Bir dilim Trabzon peyniri
Bir avuç tiftik
Bir çimdik çavdar
Bir tutam şile bezi gibi
Dişimden tırnağıma kadar
Ressamım.
Yurdumun taşından toprağından şurup gelir nakışlarım
Taşıma toprağıma toz konduranın
Alnını karışlarım
Şairim şair olmasına
Canım kurban şiirin gerçeğine hasına
içerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum
Bıçak gibi kemiğe dayansın yeter
Eğri büğrü , kör topal kabulüm
Şairim
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım
Şairim
Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum
Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim
Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm

Hey hey, yine de hey hey
Salınsın türküler bir uçtan bir uca
Evelallah hepsinde varım
Onlar kadar sahici
Onlar kadar gerçek
insancasına, erkekçesine
'Bana bir bardak su' dercesine
Bir türkü söylemeden gidersem yanarım.

Ah bu türküler
Türkülerimiz
Ana sütü gibi candan
Ana sütü gibi temiz
Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz.
Ah bu türküler,
Köy türküleri
Dilimizin tuzu biberi
Memleket ahvalini onlardan sor
Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen'i
Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni...
Ben türkülerden aldım haberi.

Ah bu türküler, köy türküleri
Mis gibi insan kokar, mis gibi toprak
Hilesiz hurdasız, çırılçıplak
Dişisi dişi, erkeği erkek
Kaşı kaş, gözü göz, yarası yara
Bıçağı bıçak .
Ah bu türküler köy türküleri
Karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi
Kiminin reyhasından geçilmez
Kimi zehir, kimi zemberek gibi.

Ah bu türküler, köy türküleri
Olgun bir karpuz gibi yarılır içim
Kan damlar ucundan, mürekkep değil
işte söz, işte ses, işte biçim:
'Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar'
iliklerine kadar işlemiş sızı
Artık iflah olmaz kavak ağacı
Bu türkünün yüreğinde sancı var.

Ah bu türküler, köy türküleri
Ne düzeni belli, ne yazanı
Altlarında imza yok ama
içlerinde yürek var
Cennet misali sevişen
Cehennemler gibi dövüşen
Bir çocuk gibi gülüp
Mağaralar gibi inleyen
Nasıl unutur nasıl
Ömründe bir kez olsun
Halk türküsü dinleyen...

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU